Monday, December 13, 2010

Genç Olmak...


Yumurta! Yildirim Türker'den...


Siyasal Bilgiler’de yumurtalanan Burhan Kuzu, besbelli bu tür bir amaç için korumalar tarafından bolca bulundurulan çadır modeli büyük siyah şemsiyelerin altından doğru kameralara söyleniyordu.
Gerçekten de mahalle çocukları tarafından topu alınıp hırpalanmış bir çocuğun köşeyi dönüp küfürler savurması gibiydi hali tavrı.
Yumurta fırlatanların zekâsına sövüp saydıktan sonra, elbette doymuyor, üniversite rektörünü istifaya çağırıyordu. Hatta kamera suratına biraz daha tutulsa, okulun kapatılmasını, YÖK yetmez, askeri birliklerin kapıları tutmasını, devletin bir buçuk hafta yas ilan etmesini talep eden çığlıklarını işitecektik.
Şemsiyelere ve okulu doldurmuş olan sivil polislere bakılacak olursa, Kuzu ve gençleri faşistlikle suçlayışını unutturmak için akabinde kırk takla atan Batum, başlarına gelecek olanı üç aşağı beş yukarı tahmin ediyorlardı.
Sivil polislerin varlığını inkâr eden üniversite görevlisi gençleri ikna edemiyordu. Nasıl etsin? Salonun penceresinden kaçmaya çalışan sivil polislerin görüntüsü haber kanallarına bile yansıdı.
Şimdi üniversiteli gençlerin karşısında yekvücut olan aklıselim tacirleri, Başbakan ve çevresinin ‘masum değiller, ideolojik yükleri var, yönlendiriliyorlar’ açıklamalarının yanı sıra ‘gelişmemiş, Kemalist, şiddet kullanan’ tanımlarını meşrulaştırma gayretinde.
Dolayısıyla şu an, bu memlekette, gençlerin attığı yumurtanın şiddet olup olmadığı, onların diskurlarının ciddiye alınası olup olmadığını tartışmaya çağırılıyoruz.

Buna direnmek zorundayız.
Bu resme polisin, hükümetin, milli menfaatlerin, yani egemen ve zorba tarafın omzu üstünden bakmamızı istiyorlar. Bu memlekette meşru ilan edilen ideolojik örüntülenme, böylesi bir tarih okuması-yaşananın yorumlanması yordamını dayatıyor. Biz, ‘erkek tarafı’yız.
Dolayısıyla gelsin yine ‘hırsızın hiç mi suçu yok’ itirazları.
İşkencecisine, ‘iyi hal’den ceza indirimi uygulayagelen hukuk anlayışıyla tebellür etmiş bir toplumsal mutabakatın bendeleriyiz ne de olsa.
Hayatı hep üniformalının, muktedirin, post sahibinin yanı başından okumaya çalıştığımızda egemenin copu-tekmesi makul, en azından anlaşılır geliyor elbet. Ne de olsa gençler tarafından kışkırtılıyorlar. Onlar da insan evladı. Onların da sabırlarının bir hududu var.
Başbakan dedi ya; ‘masum’ değil ki bu gençler.
Neden olacaklarmış? Muktedirlerin tarih boyunca ‘masum-sıradan-iyi’ vatandaş tanımıyla zapturapt altına almış olduğu bir toplumda sözlerini dolaşıma sokabilmek, ‘görünür’ olmak istiyorlar. Dolayısıyla onların nümayişlerinin ‘şov yapıyorlar’ diye küçümsenmesi çok gülünç.
Elbette şov yapıyorlar. Üstelik siz onları kendi şovlarınıza alet edemeden, onlar sizi kendi şovlarına alet ediyorlar.
Üstelik siz heves ettiğiniz şova yanınızda onlarca koruma ve sivil polis eşliğinde çadır şemsiyelerle mücehhez gelirken onların yalnız yumurtaları var.
Hayatını demokrat olmaya, demokrasinin ilkelerini hatırlatmaya adamış kimi ihtiyarlar, yumurtanın da şiddet olduğunu, insanları susturmanın hiç şık ve hoş bir hareket olmadığını söyleyeduruyor bu arada.
Onların demokrasi ve şiddet anlayışı da yılların getirdiği metal yorgunluğuyla çarpılmış; Britanya’da prensi yumurta yağmuruna tutan ve karşılığında şiddet görmeyenleri de anlamaları mümkün değil.
O yumurtalara kuluçka olmuş olan polis şiddetini, öğrencilerin sözlerinin asla ve asla kale alınmamasını bir çırpıda tartışma alanının dışına atıveriyorlar.
Gençleri itibarsızlaştırarak, onları potansiyel suçlu ilan edip toplumun gözünden düşürerek yoluna devam edecek anlaşılan AKP ve yandaşlarının demokratik açılımı.

Bu arada
Ve elbette gençler her zamanki gibi, hepimize mihenktaşı oluyor.
Gazetemize iliştirilmiş elden düşme danışman, demokrasinin bu kadarını fazla bulduğunu açıklayarak gençlere yükleniyor.
Eyüp Can da, yanlış bulduğumu daha önce de belirtmek zorunda kaldığım ‘nesnel gazetecilik’ anlayışıyla ‘orantısız eylem’ kavramını üretip koroya katılıyor.
Radikal gazetesi ‘hırsızın hiç mi suçu yok’ yayını yapıyor. Copların, tekmelerin, açık vahşetin karşısına geçip.
Türköne, Ardıç, Aköz, utanç kütüklerine bir kez daha yazdırıyorlar isimlerini.
Gençleri aptal, patolojik, gerici ilan ediyorlar.
Başbakanlarını da ikna edip gençleri dinlemeye tahammüller etselerdi, bir ihtimal şuna benzer şeyler çınlayacaktı kulaklarında:
Ey demokrat Başbakan. Gençlik, senin iktidarını uyarıyor. Gençliğin uyarısı tarihe geçer. 27 Mayıs’a takılma. Demirhindi şerbetine birkaç damla Nevrol Cemal koydur. Sakince oturup yakın dünya tarihinin bir özetini okuyuver. Frene basma zamanın geldi.
Siz demokrat, milliyetçi, liberal ve benzeri sözü meclisten içeri olanlar;
Taş atan çocukları anlamayı reddettiniz. Onlar size uzun bir tarihin zulmünü anlatmaya çalışıyorlardı. Onları hapse atıp bir an evvel büyümelerini beklediniz. Onlar suçlu büyüsünler istediniz. Ana babaları, dede ataları gibi.
Şimdi de yumurta atan gençleri anlamaya yanaşmıyorsunuz.
O çocuklar taşlarını atacak. O gençler yumurtalarını patlatacak kafalarınızda.
Askerinizle polisinizle, copunuz silahınızla hepsini yok edemezsiniz.
Geleceği yok edemezsiniz.
Gençleri, çocukları dinleyeceksiniz. Onlar, sizin temsil ettiğiniz bir dünyada yetişkin olmak, hizanızda saf tutmak istemiyor.
Aklınızı başınıza alın.

kaynak
Picture

Uçurtmam Tellere Takıldı

Uçurtmam Tellere Takıldı from ümit kıvanç on Vimeo.



Tesekkurler Umit Kivanc...

Wednesday, December 1, 2010

Cezaevinde HIV pozitif mahkûma ilaç bile yok !


“2008 Mart ayında HIV pozitif teşhisini yeni almış, ilaca başlama aşamasındaydım. O sırada karşılıksız çek yüzünden cezaevine girdim. Trakya’daki ufak bir cezaevinde
47 gün boyunca ne tedavi alabildim ne de ilaca ulaşabildim. Koğuşa değil, tek kişilik bir hücreye konuldum. İnfaz koruma memurları hastalık bulaşır diye üstümü bile aramıyorlardı. Sonunda tedavim için Kartal Cezaevi’ne nakledildim. Asıl kâbus burada başladı. Müşahade odaları vardır. Oraya koydular. Fareler kediden büyüktü. Bağışıklık sistemim çökmüş bir halde girdiğim ortam buydu.” 52 yaşındaki E.D cezaevlerinde tedaviye ve ilaca erişim zorluğu yaşayan, ayrımcılığa maruz kalan HIV pozitiflerden.
Teşhisten 10 gün sonra cezaevine giren E.D’nin bir an önce ilaca başlaması gerekiyordu. Bu yüzden cezaevine girer girmez ilk işi hastalığını bildirmek oldu. O andan itibaren tüm cezaevi E.D’nin hastalığını öğrendi. Sonrası bürokrasinin ağırlığı altında ilaçsız geçen haftalar ve ayrımcılığın soğuk yüzü...

‘Eşcinseller koğuşuna koyalım’
Bulunduğu yerde tedavi koşulları yoktu. Büyük bir şehirdeki cezaevine nakledilmesi için Adalet Bakanlığı ile yazışmaların sonuç vermesi 47 gün sürdü. E.D için acı günlerdi: “Çaresizlikten yaşantıma son vermeyi bile düşündüm. Acılar içinde öleceğim, ilaçlarıma ulaşamayacağım, bu cezaevinden ölüm çıkacak diye düşündüm.”
47 gün sonunda Kartal Cezaevi’ne nakledildiğinde kâbus sürdü: “Nakledilirken gerekçesine hastalığımı yazdıkları için HIV pozitif olduğumu bilmeyen kalmadı. Cezaevi doktoru bana ‘Eşcinselsen eşcinseller koğuşuna koyalım seni’ dedi. Yani diğer mahkûmlar bizim için önemli ama eşcinseller değil der gibi. İki seks işçisi travesti vardı. Biri HIV pozitifti. İkisini aynı hücreye koydular. Tek başıma bırakıldım yine, müşahede odalarından birine koydular. Açıkta bir yatak, bir de tuvalet var. Fareler kediden büyüktü. Yemeğimi köpeğin önüne kemik atar gibi veriyor, benimle asla fiziksel temas kurmuyorlardı. Her mahkûm arkadaşlarıyla havalandırmaya çıkıyordu, ben tek başıma.”

‘Diğer mahkûmları bekle’
Yeni hapishanede de hastaneye götürülmek için bir hafta bekledi: “Beni tek başıma hastaneye götüremeyeceklerini, diğer mahkûmların da taleplerinin bekleneceğini söylüyorlardı. Sonunda İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne sevk ettiler. Araç bölüm bölümdü. Herkes üç kişi gruplara ayrılmış. Ben tek. Muayene sırasında kelepçemi çıkarmadılar. Doktor ‘İlaçlarına bir an evvel başlaması lazım’ dedi. Ancak yine reçeteler toplu olarak eczaneye gittiği için dört gün sonra ilaçlarıma ulaşabildim. Öyle bir sınırdaydım ki, her an başka bir hastalık kapıp ölebilirdim. Böbreklerimde taş vardı. Trakya’daki cezaevindeyken oradaki bir hastanede sonda takılmıştı. İstanbul’a onunla geldim. 5-15 gün ömrü olan sonda aylarca penisimde kaldı. Artık oraya yapıştı. Bir kere cezaevi aracındayım taş dışkıya baskı yapıyor, tuvalete gitmem lazım. Görevli beni tuvalete götürmedi ‘Özel adam mısın sen’ dedi . Cezaevi arabasında altıma yaptım. Ürolojiye sevk ettiler. Taş için ameliyat olmam gerektiği söylendi. Birkaç gün sonra çağırdılar. Ancak beni hastaneye götürmek yerine tedaviye kolay ulaşım bahanesiyle Maltepe Cezaevi’ne naklettiler. O ameliyatı cezaevinden çıktıktan sonra olabildim. Yaşadığım ağrı kanser ağrısı gibiydi. Taş, çay bardağı kadardı. Cezaevinde günümün 24 saatinin 14 saati tuvalette geçiyordu. İdrara çıkamıyordum.”

4. ay artık Maltepe Cezaevi’ndeydi: “Tek kalmaya devam ediyorum. İnfaz koruma memurlarının başındaki kişi son derece sevecen biriydi. Ancak o bile ‘İmkânsızlıklardan ve prosedürden dolayı seni tek başına yatırmak zorundayız’ dedi. O genç ve okumuş gardiyan, ‘Biliyorum bu hastalık böyle dokunmakla geçmez’ dedi. Bu söz beni bir hafta ayakta tutmaya yetti. Bu cezaevinde de doktora iki kez gittim. Yani İstanbul’daki süre boyunca toplam dört kez hastaneye gidebildim.”
Cezaevi sonrasında ise sağlık sorunlarına bir de psikoyojik sorunlar eklenmişti: “Cezaevinden çıkar çıkmaz ilk işim bir pskiyatra gitmek oldu. Yoğun anksiyete bozukluğu teşhisi koydu. O altı ayda vücudumda da hastalıkla savaş veren antikorlar çok düşmüştü. Cezaevinin önünden taksi tutup beni bir an evvel İstanbul hudutlarının dışarına çıkar dedim. Şimdi bile o günü, o korkuyu, kalp çarpıntısını hatırlayınca tüylerim diken diken oluyor.”

En büyük isteğim...
Emekli olan ve muhasebecilik yapan E.D şimdi gayet sağlıklı. Cezaevinde yaşadıklarını atlatabilmesi ise bir yılını almış. En büyük isteği cezaevindeki tüm çalışanlara HIV/AIDS ile ilgili eğitimler verilmesi.

Geciken tedavi ilaçla olmaz
Samatya’daki İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde tedaviye gelen 15 HIV pozitif mahkûm var. Enfeksiyon Kliniği Şefi Uzm. Dr. Muzaffer Fincancı, hastaların kontrollere gelmesinde sorunlar olduğunu anlatıyor:

“İlaca başladığımızda yan etkiler oluyor, izlemek lazım. Bazı hastaların bu ağır ilaçları tolere etmesi zor. Ayrıca HIV pozitif hastadan bir sürü tetkik istenir. Bunlar da zaman alan ve hastanın hastaneye sık gelmesini gerektiren şeyler. Randevu veriyoruz. Çoğu zaman hasta bir, iki, üç ay gelemiyor. Cezaevini arıyoruz. Fakat oradaki doktor arkadaşlar da sık değişiyor sanırım. Tamam diyorlar ama... Kimi zaman hastalar 15.30 gibi getiriliyor. Zaten 05.00’te hastanedeki işler bitiyor. Bu tarz hastalar vakit alır. Daha erken getirilmeliler. HIV ilaçları pahalı, az bulunur ilaçlar. Bazen hemen bulunamayan ilaçları da yazmak gerekiyor. Bu tarz ilaçları depolara sormak lazım. Ancak cezaevlerinde ‘Bulunamadı’ deniyor hemen. Üç ay sonra hasta geliyor, bir bakıyoruz ilacı kullanmamış.”

Normal yaşam mümkün Fincancı “Bu hastalık ömür boyu tedavi gerektiriyor. Bu sayede insanlar normal olarak yaşamlarına devam edebiliyor. Ancak bunun tek koşulu ilacı sürekli almak. İlacı iki hafta bile kesseniz bağışıklık sistemi bozuluyor. İlaç bir alınıp bir alınmadığında ise o ilaca karşı vücut direnç oluşturuyor. Yani ilaç işe yaramıyor” diyor.


Kaynak

Elano kaçar!!!


Oynamadi gitti bu herif. Biz de oyatamadik, o da isteksizin onde gideniydi. İlk macinda attigin golu unutmayacagim.