Tuesday, April 5, 2011

Don't worry Africa !!!

Wednesday, January 19, 2011

19 Ocak


Bir kez daha bu aci gune geldik. Oncelikle herkesin Borges'in yazisini okumasini tavsiye ediyorum. Niye hala suclular bulunmadi demek yerine icimdeki dusunceleri yazmak istiyorum.

Egitim sistemimiz bizi bu hale getirdi. Farkli dusunmeyen, sorgulamayan, herkesi tektiplesirip, itiraz edeni otekilestirme, ezber bozana hemen vatan haini etiketini yapistirma. Hicbir medeni toplumda bu kadar kolay vatan haini sozunun agizdan ciktigini dusunmuyorum. Sanirim bizim gibi militarist ulkeler olan İsrail, Yunanistan, ABD, Rusya'da biraz benzesiyoruz. Ama derecelendirmek gerekirse, bizim altimizda kalirlar diye dusunuyorum.
Bir ulkede sen, bir kusagi hapislerle, iskencelerle etkisiz hale getirirsen, dusunmeye bile korkar hale getirirsen ardindan gelen nesile de siyasi gorusunu ortaokul-lise kitaplari disinda alacak bir yer birakmazsin. E okumayi arastirmayi da sevmeyen bir halkiz zaten, kimse kicini kasip, kendini gelistirecek-siyasi fikrini olusturacak-sorgulamasina yol acacak kitap okumaz. Haliyle farkli olana, arasirmadan sorgulamadan tepki gelir. Milli duygulara hitap eden bazi yazarlar da boyle bir ortamda kolayca ilah olur. Su an 20'li yaslarinda olanlara genel bir arastirma yapildiginda, sinema-muzik konusunda medeni toplumlardaki yasitlarina gore buyuk ihtimalle daha donanimli olduklarini gorebilirsin. (Tuketim toplumu oldugumuzdan) Ancak konu kitap okumaya, dunyaya bakista ki cesitlilige geldiginde bizimkilerin yaninda hepsi birer profesor kalir. Tabii ki istisnalar var-fakat bu genelin yapisini ne yazik ki degisiremiyor. Bu ulkede hala Orhan Pamuk-Ahmet Kaya-Yilmaz Guney bir tabudur. Bahsedilmemesi gereken, okutulandan farkli olan herseye ama herseye karsi öfkeli ve tepkili olan bir toplum haline geldik. Mesut Ozil bile ezber bozup Almanya'yi sectigi icin tukaka oldu. Simdi oynadigi topla insanlara ulan biraz abarttik mi diye dusunduruyor ya, inan en cok ona seviniyorum.
Bir de ornek vermek istiyorum; 40li-50li yaslarda "aydin" bir grupla yazin bir yemekte yanyana gelmistim. Konu dondu dolasti Hrant'a geldi. Hepsi, bu yapilanin cok yanlis oldugunu, bu ulkede faili mechulun hala aydinlatilamamasinin cok buyuk bir yanlis ve basiretsizlik oldugunu soylediler. Aralarindan bir cift te erkek bebek bekliyordu. Bende safca dogacak cocuklarina isim belirleyip belirlemediklerini, belirlemedilerse Hrant koymayi dusunmezler mi diye sordum. Verdikleri hayirdan ote, masadaki bakislardi beni korkutan. Anladim ki; bu soru beni oteki haline getirmisti. Ben bile bunu yasiyorsam, su anda gundemde olan "yetmez ama evetciler" ne yapsin? Bir kere ezber bozmaya gor, bir daha kendini asla kabul ettiremezsin :)

Monday, January 17, 2011

Seviyorum Merkez



Lost, Prison Break falan bunun yaninda cerez kalir. Antikahraman Behzat Ç.

Monday, December 13, 2010

Genç Olmak...


Yumurta! Yildirim Türker'den...


Siyasal Bilgiler’de yumurtalanan Burhan Kuzu, besbelli bu tür bir amaç için korumalar tarafından bolca bulundurulan çadır modeli büyük siyah şemsiyelerin altından doğru kameralara söyleniyordu.
Gerçekten de mahalle çocukları tarafından topu alınıp hırpalanmış bir çocuğun köşeyi dönüp küfürler savurması gibiydi hali tavrı.
Yumurta fırlatanların zekâsına sövüp saydıktan sonra, elbette doymuyor, üniversite rektörünü istifaya çağırıyordu. Hatta kamera suratına biraz daha tutulsa, okulun kapatılmasını, YÖK yetmez, askeri birliklerin kapıları tutmasını, devletin bir buçuk hafta yas ilan etmesini talep eden çığlıklarını işitecektik.
Şemsiyelere ve okulu doldurmuş olan sivil polislere bakılacak olursa, Kuzu ve gençleri faşistlikle suçlayışını unutturmak için akabinde kırk takla atan Batum, başlarına gelecek olanı üç aşağı beş yukarı tahmin ediyorlardı.
Sivil polislerin varlığını inkâr eden üniversite görevlisi gençleri ikna edemiyordu. Nasıl etsin? Salonun penceresinden kaçmaya çalışan sivil polislerin görüntüsü haber kanallarına bile yansıdı.
Şimdi üniversiteli gençlerin karşısında yekvücut olan aklıselim tacirleri, Başbakan ve çevresinin ‘masum değiller, ideolojik yükleri var, yönlendiriliyorlar’ açıklamalarının yanı sıra ‘gelişmemiş, Kemalist, şiddet kullanan’ tanımlarını meşrulaştırma gayretinde.
Dolayısıyla şu an, bu memlekette, gençlerin attığı yumurtanın şiddet olup olmadığı, onların diskurlarının ciddiye alınası olup olmadığını tartışmaya çağırılıyoruz.

Buna direnmek zorundayız.
Bu resme polisin, hükümetin, milli menfaatlerin, yani egemen ve zorba tarafın omzu üstünden bakmamızı istiyorlar. Bu memlekette meşru ilan edilen ideolojik örüntülenme, böylesi bir tarih okuması-yaşananın yorumlanması yordamını dayatıyor. Biz, ‘erkek tarafı’yız.
Dolayısıyla gelsin yine ‘hırsızın hiç mi suçu yok’ itirazları.
İşkencecisine, ‘iyi hal’den ceza indirimi uygulayagelen hukuk anlayışıyla tebellür etmiş bir toplumsal mutabakatın bendeleriyiz ne de olsa.
Hayatı hep üniformalının, muktedirin, post sahibinin yanı başından okumaya çalıştığımızda egemenin copu-tekmesi makul, en azından anlaşılır geliyor elbet. Ne de olsa gençler tarafından kışkırtılıyorlar. Onlar da insan evladı. Onların da sabırlarının bir hududu var.
Başbakan dedi ya; ‘masum’ değil ki bu gençler.
Neden olacaklarmış? Muktedirlerin tarih boyunca ‘masum-sıradan-iyi’ vatandaş tanımıyla zapturapt altına almış olduğu bir toplumda sözlerini dolaşıma sokabilmek, ‘görünür’ olmak istiyorlar. Dolayısıyla onların nümayişlerinin ‘şov yapıyorlar’ diye küçümsenmesi çok gülünç.
Elbette şov yapıyorlar. Üstelik siz onları kendi şovlarınıza alet edemeden, onlar sizi kendi şovlarına alet ediyorlar.
Üstelik siz heves ettiğiniz şova yanınızda onlarca koruma ve sivil polis eşliğinde çadır şemsiyelerle mücehhez gelirken onların yalnız yumurtaları var.
Hayatını demokrat olmaya, demokrasinin ilkelerini hatırlatmaya adamış kimi ihtiyarlar, yumurtanın da şiddet olduğunu, insanları susturmanın hiç şık ve hoş bir hareket olmadığını söyleyeduruyor bu arada.
Onların demokrasi ve şiddet anlayışı da yılların getirdiği metal yorgunluğuyla çarpılmış; Britanya’da prensi yumurta yağmuruna tutan ve karşılığında şiddet görmeyenleri de anlamaları mümkün değil.
O yumurtalara kuluçka olmuş olan polis şiddetini, öğrencilerin sözlerinin asla ve asla kale alınmamasını bir çırpıda tartışma alanının dışına atıveriyorlar.
Gençleri itibarsızlaştırarak, onları potansiyel suçlu ilan edip toplumun gözünden düşürerek yoluna devam edecek anlaşılan AKP ve yandaşlarının demokratik açılımı.

Bu arada
Ve elbette gençler her zamanki gibi, hepimize mihenktaşı oluyor.
Gazetemize iliştirilmiş elden düşme danışman, demokrasinin bu kadarını fazla bulduğunu açıklayarak gençlere yükleniyor.
Eyüp Can da, yanlış bulduğumu daha önce de belirtmek zorunda kaldığım ‘nesnel gazetecilik’ anlayışıyla ‘orantısız eylem’ kavramını üretip koroya katılıyor.
Radikal gazetesi ‘hırsızın hiç mi suçu yok’ yayını yapıyor. Copların, tekmelerin, açık vahşetin karşısına geçip.
Türköne, Ardıç, Aköz, utanç kütüklerine bir kez daha yazdırıyorlar isimlerini.
Gençleri aptal, patolojik, gerici ilan ediyorlar.
Başbakanlarını da ikna edip gençleri dinlemeye tahammüller etselerdi, bir ihtimal şuna benzer şeyler çınlayacaktı kulaklarında:
Ey demokrat Başbakan. Gençlik, senin iktidarını uyarıyor. Gençliğin uyarısı tarihe geçer. 27 Mayıs’a takılma. Demirhindi şerbetine birkaç damla Nevrol Cemal koydur. Sakince oturup yakın dünya tarihinin bir özetini okuyuver. Frene basma zamanın geldi.
Siz demokrat, milliyetçi, liberal ve benzeri sözü meclisten içeri olanlar;
Taş atan çocukları anlamayı reddettiniz. Onlar size uzun bir tarihin zulmünü anlatmaya çalışıyorlardı. Onları hapse atıp bir an evvel büyümelerini beklediniz. Onlar suçlu büyüsünler istediniz. Ana babaları, dede ataları gibi.
Şimdi de yumurta atan gençleri anlamaya yanaşmıyorsunuz.
O çocuklar taşlarını atacak. O gençler yumurtalarını patlatacak kafalarınızda.
Askerinizle polisinizle, copunuz silahınızla hepsini yok edemezsiniz.
Geleceği yok edemezsiniz.
Gençleri, çocukları dinleyeceksiniz. Onlar, sizin temsil ettiğiniz bir dünyada yetişkin olmak, hizanızda saf tutmak istemiyor.
Aklınızı başınıza alın.

kaynak
Picture

Uçurtmam Tellere Takıldı

Uçurtmam Tellere Takıldı from ümit kıvanç on Vimeo.



Tesekkurler Umit Kivanc...

Wednesday, December 1, 2010

Cezaevinde HIV pozitif mahkûma ilaç bile yok !


“2008 Mart ayında HIV pozitif teşhisini yeni almış, ilaca başlama aşamasındaydım. O sırada karşılıksız çek yüzünden cezaevine girdim. Trakya’daki ufak bir cezaevinde
47 gün boyunca ne tedavi alabildim ne de ilaca ulaşabildim. Koğuşa değil, tek kişilik bir hücreye konuldum. İnfaz koruma memurları hastalık bulaşır diye üstümü bile aramıyorlardı. Sonunda tedavim için Kartal Cezaevi’ne nakledildim. Asıl kâbus burada başladı. Müşahade odaları vardır. Oraya koydular. Fareler kediden büyüktü. Bağışıklık sistemim çökmüş bir halde girdiğim ortam buydu.” 52 yaşındaki E.D cezaevlerinde tedaviye ve ilaca erişim zorluğu yaşayan, ayrımcılığa maruz kalan HIV pozitiflerden.
Teşhisten 10 gün sonra cezaevine giren E.D’nin bir an önce ilaca başlaması gerekiyordu. Bu yüzden cezaevine girer girmez ilk işi hastalığını bildirmek oldu. O andan itibaren tüm cezaevi E.D’nin hastalığını öğrendi. Sonrası bürokrasinin ağırlığı altında ilaçsız geçen haftalar ve ayrımcılığın soğuk yüzü...

‘Eşcinseller koğuşuna koyalım’
Bulunduğu yerde tedavi koşulları yoktu. Büyük bir şehirdeki cezaevine nakledilmesi için Adalet Bakanlığı ile yazışmaların sonuç vermesi 47 gün sürdü. E.D için acı günlerdi: “Çaresizlikten yaşantıma son vermeyi bile düşündüm. Acılar içinde öleceğim, ilaçlarıma ulaşamayacağım, bu cezaevinden ölüm çıkacak diye düşündüm.”
47 gün sonunda Kartal Cezaevi’ne nakledildiğinde kâbus sürdü: “Nakledilirken gerekçesine hastalığımı yazdıkları için HIV pozitif olduğumu bilmeyen kalmadı. Cezaevi doktoru bana ‘Eşcinselsen eşcinseller koğuşuna koyalım seni’ dedi. Yani diğer mahkûmlar bizim için önemli ama eşcinseller değil der gibi. İki seks işçisi travesti vardı. Biri HIV pozitifti. İkisini aynı hücreye koydular. Tek başıma bırakıldım yine, müşahede odalarından birine koydular. Açıkta bir yatak, bir de tuvalet var. Fareler kediden büyüktü. Yemeğimi köpeğin önüne kemik atar gibi veriyor, benimle asla fiziksel temas kurmuyorlardı. Her mahkûm arkadaşlarıyla havalandırmaya çıkıyordu, ben tek başıma.”

‘Diğer mahkûmları bekle’
Yeni hapishanede de hastaneye götürülmek için bir hafta bekledi: “Beni tek başıma hastaneye götüremeyeceklerini, diğer mahkûmların da taleplerinin bekleneceğini söylüyorlardı. Sonunda İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne sevk ettiler. Araç bölüm bölümdü. Herkes üç kişi gruplara ayrılmış. Ben tek. Muayene sırasında kelepçemi çıkarmadılar. Doktor ‘İlaçlarına bir an evvel başlaması lazım’ dedi. Ancak yine reçeteler toplu olarak eczaneye gittiği için dört gün sonra ilaçlarıma ulaşabildim. Öyle bir sınırdaydım ki, her an başka bir hastalık kapıp ölebilirdim. Böbreklerimde taş vardı. Trakya’daki cezaevindeyken oradaki bir hastanede sonda takılmıştı. İstanbul’a onunla geldim. 5-15 gün ömrü olan sonda aylarca penisimde kaldı. Artık oraya yapıştı. Bir kere cezaevi aracındayım taş dışkıya baskı yapıyor, tuvalete gitmem lazım. Görevli beni tuvalete götürmedi ‘Özel adam mısın sen’ dedi . Cezaevi arabasında altıma yaptım. Ürolojiye sevk ettiler. Taş için ameliyat olmam gerektiği söylendi. Birkaç gün sonra çağırdılar. Ancak beni hastaneye götürmek yerine tedaviye kolay ulaşım bahanesiyle Maltepe Cezaevi’ne naklettiler. O ameliyatı cezaevinden çıktıktan sonra olabildim. Yaşadığım ağrı kanser ağrısı gibiydi. Taş, çay bardağı kadardı. Cezaevinde günümün 24 saatinin 14 saati tuvalette geçiyordu. İdrara çıkamıyordum.”

4. ay artık Maltepe Cezaevi’ndeydi: “Tek kalmaya devam ediyorum. İnfaz koruma memurlarının başındaki kişi son derece sevecen biriydi. Ancak o bile ‘İmkânsızlıklardan ve prosedürden dolayı seni tek başına yatırmak zorundayız’ dedi. O genç ve okumuş gardiyan, ‘Biliyorum bu hastalık böyle dokunmakla geçmez’ dedi. Bu söz beni bir hafta ayakta tutmaya yetti. Bu cezaevinde de doktora iki kez gittim. Yani İstanbul’daki süre boyunca toplam dört kez hastaneye gidebildim.”
Cezaevi sonrasında ise sağlık sorunlarına bir de psikoyojik sorunlar eklenmişti: “Cezaevinden çıkar çıkmaz ilk işim bir pskiyatra gitmek oldu. Yoğun anksiyete bozukluğu teşhisi koydu. O altı ayda vücudumda da hastalıkla savaş veren antikorlar çok düşmüştü. Cezaevinin önünden taksi tutup beni bir an evvel İstanbul hudutlarının dışarına çıkar dedim. Şimdi bile o günü, o korkuyu, kalp çarpıntısını hatırlayınca tüylerim diken diken oluyor.”

En büyük isteğim...
Emekli olan ve muhasebecilik yapan E.D şimdi gayet sağlıklı. Cezaevinde yaşadıklarını atlatabilmesi ise bir yılını almış. En büyük isteği cezaevindeki tüm çalışanlara HIV/AIDS ile ilgili eğitimler verilmesi.

Geciken tedavi ilaçla olmaz
Samatya’daki İstanbul Eğitim ve Araştırma Hastanesi’nde tedaviye gelen 15 HIV pozitif mahkûm var. Enfeksiyon Kliniği Şefi Uzm. Dr. Muzaffer Fincancı, hastaların kontrollere gelmesinde sorunlar olduğunu anlatıyor:

“İlaca başladığımızda yan etkiler oluyor, izlemek lazım. Bazı hastaların bu ağır ilaçları tolere etmesi zor. Ayrıca HIV pozitif hastadan bir sürü tetkik istenir. Bunlar da zaman alan ve hastanın hastaneye sık gelmesini gerektiren şeyler. Randevu veriyoruz. Çoğu zaman hasta bir, iki, üç ay gelemiyor. Cezaevini arıyoruz. Fakat oradaki doktor arkadaşlar da sık değişiyor sanırım. Tamam diyorlar ama... Kimi zaman hastalar 15.30 gibi getiriliyor. Zaten 05.00’te hastanedeki işler bitiyor. Bu tarz hastalar vakit alır. Daha erken getirilmeliler. HIV ilaçları pahalı, az bulunur ilaçlar. Bazen hemen bulunamayan ilaçları da yazmak gerekiyor. Bu tarz ilaçları depolara sormak lazım. Ancak cezaevlerinde ‘Bulunamadı’ deniyor hemen. Üç ay sonra hasta geliyor, bir bakıyoruz ilacı kullanmamış.”

Normal yaşam mümkün Fincancı “Bu hastalık ömür boyu tedavi gerektiriyor. Bu sayede insanlar normal olarak yaşamlarına devam edebiliyor. Ancak bunun tek koşulu ilacı sürekli almak. İlacı iki hafta bile kesseniz bağışıklık sistemi bozuluyor. İlaç bir alınıp bir alınmadığında ise o ilaca karşı vücut direnç oluşturuyor. Yani ilaç işe yaramıyor” diyor.


Kaynak

Elano kaçar!!!


Oynamadi gitti bu herif. Biz de oyatamadik, o da isteksizin onde gideniydi. İlk macinda attigin golu unutmayacagim.

Thursday, June 10, 2010

Taş atan çocuklar' için açlık grevine girecekler


Noam Chomsky, Slavoj Zizek ve Immanuel Wallerstein gibi dünyaca ünlü edebiyatçı, yazar ve entelektüellerin de bulunduğu çok sayıda isim taş atan çocuklar için Taksim'de açlık grevi yapacak.


Kaynak:NTVMSNBC


Yeter artik, çıkarın şu yasayı. Madem siyaset adına çıkarmıyorsunuz o halde İnsanlık adına çıkarın...

Friday, March 26, 2010

Minoo Javan - Hey Yar



Borges sagolsun. Harika bir yazi yazmis. Cok sonradan okudum. Post uzerine de bu parcayi koymus. Hem bu parcayi dinleyip hem de onun bu harika yazisini okurken farkli yerlere gittim. O derenin karsisinda kalanlara hep uzulmus ve onlar icin aci cekmis biri (kimi zaman birebir derenin karsi tarafinin karsiligi bendim) olarak geldigimiz noktada kendimi yillar icerisinde ne kadar da degismis oldugumun farkina variyorum. Ne kadar karsi gelmeye calissamda bana verilmek isteni ne yazik ki basariyla ve mucadele etmeden kabul ettigimi yillar sonra üzüntü ve şaşkınlıkla farkediyorum. Meger mahalle baskisi nasil da tek tarafli degilmis yillar sonra Turkiye'ye kesin donus yaptigimdan beri gözlemliyorum. Sorun, Dindar-Laik-Ulusalci-Demokrat-Kurt-Laz-Alevi-Turk ayrimi degil. Sorun farkliliklara tahammulsuzlugumuzdur. Yurt disinda kalmis, hatta tatile bile gitmis pek cok insanin da gördügü bir gercek vardir. Gerek Avrupa gerek ABD gerekse Rusya topraklarinda cesit cesit ülkenin insanlari yasar. Yuzlerce origin farkini görürsünüz. Bunlar bu ülkerlerin kültürlerine muazzam bir zenginlik katar. Turkiye ise tam aksi yonde tek renk tek ses hali, tek kanalli televizyonlara benzerdi. Farkliliklara tahammulsuz ve onlari da kendine benzemeye zorlayan bir anlayis. Yillar sonra farkli bir anlayis bizleri kendilerimizi sorgulamaya itiyor. Ancak herkes tedirgin. Benim aklima ise pek te sevmedigim Sinan Cetin'in tv de soyledikleri geliyor. Sunucu acilim hakkindaki goruslerini sorunca;
"Acilimi kimin yaptigi onemli degil. İsterse Kuşum Aydin yapsin, sonuna kadar destekliyorum."

Friday, January 8, 2010

Dazed and Confused



90lar gencliginin kült filmi. Hey gidi gunler hey... Tekrar izledim gecen gun, müzikler, o hava, bu gençlik filmini cok degisik bir sınıfa sokuyor...

Celebrity Death Match


- More free videos are here

Ne zamandir ararim bu videonun full versiyonunu... Feci...

Monday, December 7, 2009

Çilekeş - Katil Dans (Unoffical)


Çilekeş - Katil Dans (Unoffical)

JaN ! | MySpace Video


Hakki yenen bir album daha. Sisirin sacma sapan albumleri... Inadina devam ediyorlar iste...

The Clash - Bankrobber



Eskilerden kim kaldi beah!!!

Monday, November 16, 2009

Ceynur



Gece yatakta uyumaya calisirken bile agzima dolaniyor. Ne sarkiymis yahu...

Monday, October 12, 2009

Magazin mücahitleri - Yildirim Turker'den...


Çok üzücü olduğunu bilmekle birlikte adını koyalım: Türk magazinciliği, basınımızın ortalamasıdır.
Defalarca durumu özetlemeye çalıştık. Ama bu topraklarda krize bulunan çözümler krizi derinleştirmekle kalmayıp alternatif çözüm arayışlarını da krizin müsebbibi ilan eder.
Cehennem miladımız olan 12 Eylül’le birlikte basının magazin alanını keşfi at başı gider. Bunda elbette şaşıracak bir şey yok.
Ümüğüne oturulan basınımızın yitirdiği sözün yerine koyduğu magazinleştirilmiş hayat resmi ile birlikte ‘entel, dantel’ ilan edilen dünyanın suretleri kapı dışarı edildi.
Basının önde gelen işlevi gerçeklikle aramıza yaldızlı bir perde germekten ibaret hale geldi.
Gazetelerimiz öncelikle ‘kadın ekleri, kadın sayfaları’yla başlayıp giderek bütünü belirleyen bir dile yamandılar. Bu dilin çağırdığı okur, mütecessis, canı sıkılan, orta sınıftan, şehirli, apolitik bir vatandaş. Popüler kişilerin şahsi hayatları olarak pazarlanan ürünlere düşkün. Ama bununla kalmayıp okuduğu yazarların şahsi hayatlarını da günbegün izlemek, onlarla da sanal bir akrabalık kurmak istiyor.
Bütün gazetelerin en mutena köşesinde her gün kafasını kurcalayan şeyleri ve özel hayatının gelişen sahnelerini aktaran son derece sıradan olmakla beraber, hatta tam da onun için müthiş bir şehvetle izlenen yazarlar türedi. Genel olarak ‘içtenlik’ ülküsüyle yücelen bir konum olduğu iddia edilen bu köşelerin çoğu kadın olan yazarları gerçekten de çok okuru olan, dolayısıyla gazetenin prestijli unsurları. Bir kısmı başka bir alanın ünlüsü olup dahiyane bir fikirle kendilerine gazete yazarı olmaları teklif edilmiş. Adına ‘life style’ denilen bir konu alanı. Şık, iyi, zevkli, uygar, eğlenceli yaşamak için okura bütün bir hayatını açarmış gibi yaparak kendi deneyimleriyle yol göstermek.
Her yazıda kendini başrolde oynatan şımarık kolejli kız tiyatro kulübü yönetmeni. Gümrah gümrah pop psikolojisi. İnsan ruhunda neşeli hoşgörü turları. Uçuk taklidi son derece yavan delimsireklikler. ‘Bu sabah yataktan pek aksi kalktım. Köpeğin maması kalmamıştı’ muhabbetleri. Zeki, çağdaş, delibozuk kadın; dahi çocukluktan bu yana geçememiş, kendini tiye alabilen amerikan erkeği. Bitmek tükenmek bilmez bir soap opera. Dizi dizi pembe dizi.
Şahsi dille pazarlamayı karıştıran, son derece denetimsiz bir teklifsizlikle ardında hiç malzemesi olmayan bir öznellik.
Haberlerin sunumuna da yansıdı elbet bu tavır.
Kendini şan şöhretin doruklarında bulan, yazdığı sözde siyasi yorumcuklarla kendinde bir kanaat önderliği vehmeden gazete yazarları, doğru dürüst muhabirleri de kapının dışında bıraktı.
Ana akım basınımızın daracık ufku, yaratmış olduğu bu saldırgan yazar müsveddelerinin ‘life style’ terörüyle sınırlı.
Sonuçta zamanla okurda böyle bir talep oluşturan basın iktidarının kendini ‘arz-talep meselesi, alan memnun-veren memnun’ türünden amiyane klişelerle savunmaya hakkı var mı? Olabilir mi?

Timuçin Esen linçi
Andıçlarla, alçak teşhir ve yaftalama numaralarıyla siyaset alanında üretilen sözü zapturapt altında tutmaya çalışan basınımız, bir yandan da kahraman-delikanlı magazin mücahitlerinin palazlanmasına yol açtı.
Şahsi hayat pazarlaması pazar oldukça eli otomatik kameralı bir güruh gece sokaklarında önlerine çıkana kök söktürüyor doğal olarak. Çünkü sıcacık evlerinde-bürolarında kendilerinden nasıl ve ne yolla olursa olsun ‘haber’ bekleyen amirlerinin elinde, sendikasız ekmek paraları.
Üstelik marifetlerini ‘aç sınıfın laneti’ne dönüştüren bir dil de dolaşımda. Yağmur çamur demeden günde 24 saat ağır kameralarının altında ezilerek haber bekleyen emekçiler tanımı, onları dokunulmaz kılıyor.
Antalya Film Festivali’nin gala gecesine katılan Nugül Yeşilçay ve Cem Özer kollarına siyah bantlar takarak Timuçin Esen’e reva görülen zulmü protesto etmiş. Bantların gerekçesini öğrenen magazin basıncıları da onları kamera ve mikrofonlarını yere bırakarak protesto etmiş. Aman da ne onurlu bir direniş!
Oysa kendilerini yalvar yakar uzaklaştırmaya çalışanların karşısında kamera ve mikrofonlarını yere bırakmak ne kelime, insanların kafasına indirmeyi de iyi biliyorlar.
Timuçin Esen, genç bir oyuncu. Şimdiye dek magazincilerle hiçbir enseye tokat göze parmak ilişkisine girmediğini biliyoruz. Kendini ve hayatını korumaya çalışan, şan şöhret peşinde çırpınmayan bir vatandaş olarak ne bir söyleşi ne bir demeçle ödüllendirdi magazincileri.
Başına gelen ve sonunda basın etiği tartışmalarına neden olan olayları mahcup maskeli basınımız yine de bölük pörçük, basbayağı montajlı veriyordu.
Olan biteni kendisinden dinledim. Onun da izniyle sizlerle paylaşmak isterim.
Esen, ‘abi’ diye hitap ettiği elli yaşının üstünde iki arkadaşıyla birlikte bir yerde müzik dinleyip birkaç içki içiyor. Gazeteciler bekliyor diye uyarıldığı için mekanın arka kapısından çıkıyorlar. Ama beş altı kişi ellerinde kameraları ve gözlerine patlattıkları ışıklarla kendilerini bekliyor. Esen, hep yaptığı gibi sorulara cevap vermeden yürümeye koyuluyor. Arkadaşları da. Onurlu basın emekçisi kardeşler, onları ite kaka etraflarını sarıp ısrarla görüntülüyor. Esen’in arkadaşlarından biri, ‘artık çekmeyin, konuşmuyor işte’ diye kameraların önüne dikiliyor. Emekçiler birden hakaret etmeye, ‘Sen kim oluyorsun ulan, vs.’ muhabbetine geçiveriyor. Çünkü biliyorlar ki ekmek aslanın ağzında. Timuçin arkasına döndüğünde arkadaşının üstüne çullanmış olduklarını görüyor ve sabrı tükenerek onların üstüne atılıyor.
Dalaştan sonra ayrılan gruplar yollarına gidiyor ama direnişçi basın emekçileri çoktan arkadaşlarını çağırmış, neredeyse 40 kişilik kameralı bir grup olarak Timuçin’lerin peşine düşmüş bile. Bu arada yakın ilişkide oldukları anlaşılan Beyoğlu Karakolu’nu da ayağa kaldırmışlar. Artık gazetecilerimiz polise de bir rol yüklemişler, bu muhteşem senaryonun her anını kaydediyorlar. Başka kurbanların anlatımlarından da biliyoruz. Haber üretmenin önde gelen yolu, ‘filanca sarhoş, olay çıkarıyor’ diye polis çağırıp polisin gelmesiyle birlikte pusulardan fırlayıp kayda geçmek. Nitekim, onların kışkırtmasıyla polis Beyoğlu polisi olduğunu gösteriyor, Timuçin Esen’i tartaklayarak, yerlerde sürüyerek, kelepçeleyerek karakola götürüyor. Bizim emekçilerin tezahüratları eşliğinde.
Esen’in sorgusunu, bir memur, bankın üstünde yapıyor. Komiser görünmüyor. Ama komiserin makamına rahatlıkla girip çıkan magazinciler adeta nispet yapıyor.
Burada bitse. Alkol muayenesi için, nedense, Esen’i İncirli’ye götürüyorlar. Öyle kolay olmuyor ama. Esen bindirildiğinde, kapıda bekleyen magazinci ordusu bu kez polis
minibüsünü yumruklayıp sallıyor. Bir yandan da küfürler savuruyorlar.
Elbette ana temaları, ‘seni biz yarattık’. İlginçtir, minibüsü yumruklanan polis, magazincilere engel olmuyor. Timuçin, neden engel olmadıklarını sorduğunda memurlardan aldığı cevap da pek ilginç: “Emir, büyük yerden.”
Taa İncirli’de alkol muayenesi yapılıyor. Timuçin, ilk arbedede kafasının yarılmış olduğunu fark ediyor. Taksim İlkyardım’a gitmeleri gerek, dikiş atılsın diye. Ama çıkışta, magazinciler yine kapıda. Bununla da yetinmeyip otobanda polis minibüsünü yakın takibe alıyorlar. Polisler de hız yapıp onlardan uzaklaşmaya çalışıyor. Kısacası, polisimiz gazetecilerin şerrinden kaçıyor. Takip edemesinler diye polis minibüsü İstiklal Caddesi’ne giriyor. Ama gazeteciler de. Yasak tanıyacak halleri yok ya.
Taksim İlkyardım’da Acil’de bir doktor Esen’e ‘sabahlara kadar çıkar gezerseniz böyle olur’ muamelesi çekince orayı terk edip Karakol’a dönülüyor. İfade verildikten sonra dikişler Amerikan Hastanesi’nde atılıyor.
Bize kadar yansıyan görüntüler, elbette montajlanmış. Fedakâr magazin emekçileri çoktandır kurmuş oldukları düzen sarsılsın istemiyor elbet. Polis ağabeyleriyle birlikte kurdukları tuzaklarla daha yakacakları çok can var.
Kendilerinde vehmettikleri güç, gazetelerindeki büyük ağabeylerinin de kendilerinde hissettikleri zorbalık hakkı. “Seni biz yarattık ulan” diye haykırdıkları adamın kendilerine şimdiye kadar bir kelime demeç bile vermemiş olması da mutlaka öfkelerini kışkırtmıştır.
Hepsinin büyüyüp yerine geçmeyi umduğu Bakan edalı Kenan Erçetingöz olay üstüne ne demiş: “Ne oluyor böyle anlamadım? Bunlar, ‘zavallı’, şöhretini kaybetmiş ya da eski şöhretini koruyamamış, aile yapısı bozulmuş, kendini alkole vermiş kişiliklerin davranışları. Ahh bu magazinciler. Ne hallere düştüler. Şuraya bak, şamar oğlanı gibi gelen vuruyor, giden vuruyor. Böyle giderse, yakında ipini koparan saldırmaya başlayacak ve kötü durumlar yaşanacak. Benden söylemesi...”
Kısacası, bunlar aynı zamanda ahlâk polisi. Emniyet’le bu kadar iyi anlaşmalarının nedeni de budur mutlaka. Sen de içki içme kardeşim, demeye getiriyorlar.
Bu arada, bize defalarca üst üste gösterilen, Teoman’ın apansız arkasına dönüp gazeteci yumruklama görüntüleri vardı ya. Hani saygısız popçu gazeteci dövüyor, görüntüleri. Biliyor muydunuz, meğer hiçbir sözlü tahrike gelmeyince Teoman’a fiziksel tacizde bulunmuşlar. Adamın kıçına el atmışlar. İyi mi?
Haydi, basın özgürlüğünden konuşalım.
Kaynak

Friday, September 11, 2009

Nesin Vakfi'na yardim...


Aziz Nesin tarafından kurulan ve eğitim olanaklarından yoksun çocuklara imkan sağlayan Nesin Vakfı, sel felaketinde büyük maddi hasar gördü. Vakfın kütüphanesi, mutfağı, tiyatrosu kullanılamaz durumda...

İSTANBUL - 1973 'te Aziz Nesin tarafından kurulan ve eğitim olanaklarından yoksun çocukların ''toplumsal sorumluluğu olan, özgüvenli ve özverili, topluma yararlı bireyler olarak yetişmelerini sağlamayı'' amaçlayan Nesin Vakfı da sel felaketinden ağır yara aldı. 42 çocuğun barındığı vakıf tamamen su altında kaldı büyük maddi hasarlar gördü. Vakfın yöneticisi Ali Nesin, felaketin tahribatıyla ilgili vakfın sitesinden bir mektup yayınladı:

''Sevgili Dostlar,

Kötümserliğe kapılmaca yok. Hayat bir mücadeledir. Bu sel felaketini de bu mücadelenin bir parçası olarak değerlendirip eski günlerimize dönmek için canla basla, askla şevkle çalışacağız. Eskisinden daha da güzel bir vakıf yapacağız. Yarın çok daha kötü bir sel felaketi bekleniyormuş. Nasıl mümkünse! Elimizden geldiğince hazırlanıyoruz. Küçük çocuklarımızı anneleriyle birlikte İstanbul'daki evlerimize yolladık. Vakıf'ta sadece eli iş tutan gençler kaldı.

Görmeden anlaşılmaz ama felaketin boyutlarını anlatmaya çalışayım. Şu anda çamurdan bir vakfımız var desem abartmış olmam. Bodrum kat bastan aşağı, giriş katı bir buçuk metre kadar su altında kaldı. Bahçedeki su düne kadar boyu aşıyordu. Simdi suyu gitti diz boyu balçığı kaldı. Çizmeyi bırakmadan ayağınızı balçıktan kurtarmanız zor.

Selin sürükledikleri meyve ağaçlarının arasına takılmış, ağaçları eğmiş, kocaman bir bariyer oluşturmuş. O yemyeşil bahçeden geriye eser kalmadı. Çoluk çocuk hep birlikte o kadar da çok emek vermiştik ki… Hayvanlarımıza yem için ektiğimiz onlarca donum tarla bataklığa dondu. Seralarımız kimbilir nerelerdeler.

Komsu haradaki onlarca at boğuldu. Muhteşem atlardı. Hep birlikte koşmaya başladıklarında zemini zangır zangır titretirlerdi. Çocuklarımız, o atları küçücük boylarıyla çitin üstünden uzanarak, bahçeden kopardıkları tutam tutam çimlerle beslerlerdi. Minicik ellerle atların koca koca dişlerini yanyana görmenin keyfine doyum olmazdı ... Baskalarina para kaynağı olan o atlar bizim neşe kaynağımızdı. Gitti gider canim atlar.

Tiyatro salonumuz tanınmaz halde. Şu anda içine bile girilemiyor. Mutfağımız kullanılmaz durumda, içine zor giriliyor. Çamaşır makinaları, bulaşık makinaları, kurutma makinası, buzdolapları, fırınlar, soğutma depoları, kalorifer kazanı... Medeniyet namına ne varsa yok oldu. Et stoğumuz perişan. Kokuşmadan gömmek gerekiyor. Ama nereye? Her yer balçık.

Su, elektrik, telefon, internet kesik elbet. "Dereboyu"ndaki evime uzun süre ulaşamadık. Aziz Nesin'in en önemli notları oradaydı. Sel, ağaç kütüğünden karavana kadar, ne bulmuşsa önüne katmış tüm şiddetiyle akıyordu. Neyse ki ev yıkılmadı ve notlara bir şey olmadı. Mucize diyesim geliyor. Kullanılmaz hale gelen koltuk, kanape, yatak yorgandan ya da tamamen suya gömülen elbise depolarımızdan söz etmiyorum bile.

Bitirmek üzere olduğumuz "Sanatçı Evi" perişan. Yeni bastan yapacağız. Kitap depolarındaki on binlerce liralık Aziz Nesin kitabi mahvoldu. Aziz Nesin'in yıllarca biriktirdiği gazete koleksiyonunun büyük bir kısmını ciltletmiştik. Büyük ölçüde parasızlıktan ama bir miktar da ihmalkarlıktan ciltletemediğimiz binlerce gazete hamur oldu.

1976'nin Politika gazetelerini gördüm. İçim acıdı. Mezunlar dahil bütün büyük çocuklarımız Vakf'a geldiler. El birliğiyle Vakf'ı temizlemeye çalışıyorlar. Felaketin boyutunu anlamak için görmek, yaşamak lazım.
İki tesellimiz var:
1) Hiçbirimize bir şey olmadı.
2) Aziz Nesin'in bütün arşivi kurtarıldı. Çocuklarımızın ilk aklına bu notlar gelmiş. 3000 dolayında dosya... İnanilmaz bir surat ve imrenilecek bir işbirliğiyle çocuklar bütün dosyaları su basmadan kütüphaneden ikinci kata çıkarmışlar. Sabahın köründe uykularından fırlayıp...

Çocuklarımızın kimisi haylaz kimisi yaramaz kimisi söz dinlemez olabilir, ama hiç görmedikleri Aziz Dede'lerinin notlarının ilk kurtarılacak eşya olduğunu biliyorlar... Eğitim işte böyle bir şey olmalı. Her şeye karşın iyimserliğimizi elden bırakmayacağız ama. Sürekli ileriye bakmaya and içtik. Mücadeleye devam!

Sevgili Dostlar, Nesin Vakfı'nın ana binasını depreme karşı güçlendirmek gerekiyordu. Bu sel felaketiyle birlikte binanın zemini daha da zayıflamıştır. Binayı güçlendirmenin maliyeti 350-400 bin lira arasında.

Sel felaketi dolayısıyla zararımızın da (insan gücünü saymazsak) en az 500 bin TL dolayında olduğunu sanıyorum. Bizim boyumuzu fersah fersah asan meblağlar bunlar. En zor zamanlarımızda hep yanımızda olan sizlerden bütçenize göre bir katkı bekliyoruz.

Çok teşekkürler. Sizlere ve geleceğe inancımız sonsuz. Hepimizden sevgiler, saygılar.''

Ali Nesin


İnternetten bagis icin: https://secure.cs.bilgi.edu.tr/nesinvakfi/bagis.php.

Banka hesap numaraları:
TL hesapları:

İş Bankası, Parmakkapı Şubesi Şube kodu 1042 Hesap no. 0714327

Ziraat Bankası, Çatalca Şubesi, Şube kodu 130, Hesap no. 952 22 32 - 5001

Vakıf Bank, Çatalca Şubesi, Şube kodu 237, Hesap no. 434 84 59

Posta Çeki no. 164 00 09

Euro hesapları:

Ziraat Bankası, Çatalca Şubesi, Şube kodu 130, Hesap no. 952 55 01 -- 5003 (IBAN: TR 80000 1000 1300 9525501 5003)

Vakıf Bank, Çatalca Şubesi, Şube kodu 237, Hesap no. 400 79 36

Dolar hesabı:

Ziraat Bankası, Çatalca Şubesi, Şube kodu 130, Hesap no. 952 55 01 -- 5001 (IBAN: TR 37000 1000 1300 9525501 5001)

Vakıf Bank, Çatalca Şubesi, Şube kodu 237, Hesap no. 400 79 37

CHF hesabı:
Ziraat bankası, Çatalca Şubesi, Şube kodu 130, Hesap no. 952 55 01 -- 5002 (IBAN: TR 10000 1000 1300 9525501 5002)

Swift Kodlar:

Ziraat Bankası, Çatalca Şubesi Swift kodu: TCZBTR2A

Vakıf Bank, Çatalca Swift kodu: TVBATR2A. (Ntvmsnbc)
Kaynak

Herkesi yardim etmeye davet ediyorum.

Aksama toplanti var...

Bandista

Bandista bir aralık, bu darlık bu basmakalıp, bu ayık kafayla esrik taklitleri, bu aramızda yaşayan katilleri teşhir etmek gerek dedi evde uyuklarken. Uyanmak gerek dedi önce kendi kendine, evde bir gitar çaldı manuş, klarnet aktı meyanlı, kaydırmalı, akordeon zaten doldurmuştu köşe bucak, vurmalılar hazırdı "marş"a, başladı ev'in hikâyesi, varyetesi söküp söküp yapmanın.

Bandista evi şenlik kıyamet bir eylem bandosu şimdi ses vermekte ska, balkan, vertov, reggae, eşitlik, özgürlük, cango, votka, adalet, kökler sularından... Bandista evinde geceler gündüz gündüzler denktir geceye, bu evde güneş batsa da dinlenir ev hece heceye. Bu evin odaları geniş uzun dar hayal; bu evde mebzul miktar kapılar kilitsiz gıcırdar. Bu evde koridorlar, sokaklar ve meydanlar, sahneler salonlar dansla sesle hınçla çığlıklar... Bu ev bir dağ başında bir gettoda ya da down-town'da, bu ev dev bir karavan bu evi bulur arayan. Bu evin sakinleri kara kızıl mor renkleri, yeşil sarı turunç ve nar, bu ev binbir bedenle var. Bu ev döker alınteri, bu ev rahim yangın yeri; söndürür kandilleri nice esrik sever evi. Bu evde geçmiş hüzünle değil hüsnü kabulle, bu evde gelecek yokla değil beklenir telaşla. Bu ev tenha bu ev dar-maduman kanma yalan, gözyaşları ağıtlar destanlar epik tasalar, bu evde yasalar değil ses verir yoldaş maison'lar!

Son donemde dinlendigim en eglendirici grup. Asagidaki postta ille de rumba sarkilarinda yaptiklari cover sonrasi beni cocukluguma getirince atmistim. Gec olmadan hemen bir postta bu guzel adamlarin grubu icin yapalim. Adamlar müzigi keyif icin yaptiklarini ve para talep etmediklerini belirtiyorlar. Albumlerini bedava olarak grubun sayfasindan indirebiliyorsunuz. Aha burada. Cayir cayir soyluyorlar sol tandansli sarkilarini bu guzel adamlar. Hem de hic alisilmadik ve farkli bir sekilde. Dinleyin, dinletin, eglenin eglendirin efenim.

Thursday, September 10, 2009

Thursday, July 16, 2009